26 Ağustos 2011 Cuma

Sesimi Duyan Var Mı?





‘’Daha on yedimizdeydik ve oradaydık,
Kimse bilmedi içimizde yırtılan yeri.
Biz, oynamadık ama kaybeden taraftaydık. ‘’

17 ağustos 1999, çok değil 11 ağustos 1999’da güneş tutulmasını izlemiş ve belki de o yazı bununla hatırlayacaktım. On yedi yaşımdaydım ve yaz tatilini amcamın çay bahçesinde çalışarak geçiyordum.  Arkadaşım Ahmet o gün orada izinli olan Samet’in (o gece aynı kaderi paylaştılar) yerine garsonluk yapıyordu. Ben bütün işlerimi bitirmiş malzemeleri dolaba kaldırmıştım ki Ahmet gelip benden tost yapmamı istedi, önce yapmayacağımı söyledim ama sonra her şeyi geri alıp ona o tostu yaptım. Bu Ahmet’i son görüşümdü.

O yaz Şebnem Ferah ‘’Artık kısa cümleler kuruyorum’’ albümünü çıkartmıştı, henüz mp3 çalarlar yoktu sanıyorum. Şebnem Ferah cd’si ve discman arkadaşım Gürol’daydı bir süredir. O akşam ondan geri aldım ve bu da Gürol’u son görüşümdü.

Gece arkadaşlarım Oktay  (Oktay o gece doldurulmuş sahilin çökmesi sonucu denizde boğulmaktan kurtulacaktı) ve o akşam tanıştığım Burcu, annesi ve birkaç tanıdık ile biraz muhabbet ettikten sonra eve gittim. Şebnem Ferah’ı dinlerken şimdi hatırlamadığım o dönemin Leman dergisi çizerlerinden birinin kitabını okuyup gece 2 gibi yattım. Bu da Ulaşlı’yı o haliyle son görüşümdü.

Depremin hangi saniyesinde uyandım bilmiyorum ama yatağımdan fırlamış kendimi bağırırken buldum, deprem durduğunda hep birlikte apartmandan çıkıp hemen karşıda olan dede evinin bahçesine gittik. Olayın büyüklüğü hakkında en ufak bir fikrim yoktu çünkü mahallede en ufak bir yıkım dahi olmamıştı. Gün ışımaya başladığında haberler gelmeye başladı, Gölcük yıkılmış, şu ölmüş, şu enkaz altından çıkmış. Arkadaşlarımın denizde kaybolduğu haberi geldi sonra. İlk gün herkes bir deprem gerçeği ile karşılaşmış ama yine ne olduğunun farkında değildi, birbirleriyle konuşuyorlar, birbirlerine yardım ediyor ve ölümü atlatmanın o korkunç sancısıyla başa çıkmaya çalışıyorlardı. O havanın kokusunu, rengini, enerjisini anlatabilmem imkânsız. Hepimiz bir sallantıda başka bir dünyaya geçmiş gibiydik, dün yaşadığımız dünya artık yoktu, hem görünürde hem de içimizde. İkinci gün sahile indiğimde geceleri oturduğumuz parkın büyük bir bölümün artık olmadığını gördüm, hiçbir şeyden haberimiz yoktu, ta ki daha sonraki günlerde gelen gazetelerin simsiyah manşetlerini görene dek.  

Havadan çekilmiş fotoğraflara baktığımızda altlarında neresi olduğu yazmasa orayı tahmin etmemiz imkânsızdı. Büyük rakamlara sıkışmış ölümler, fotoğraflarca silinmiş bir şehir, enkazlarca dibe çekilmiş hayatlar, ölmüş olmaları yeterince kötüyken bir de mezarları bile olmayan bazı insanlar. 90’lar biterken aklımıza bunları mıhladı, anılarımızı 45 saniyeye hapsetti ve hiç bırakmadı.

 Yaşadığımız, okula gittiğimiz, gezdiğimiz yerler artık yoktu ya da vardılar ama oralar değildiler. Cana geleceğine mala gelsin derler ya hani, deprem bu ikisi arasında seçim yapmazına izin vermiyor, mutlaka giden can daha çok içinizi çok yakıyor ama eskiyi düşünmeden etmek imkânsızlaşıyor. Her gece oturduğumuz masanın tam olduğu yerde dalgaları gördüğümde çaresizliğin ne olduğunu biliyor olsam bile yeniden öğrendim, kafamı çevirdiğimde yeniden, arkamı döndüğümde yeniden. Hala o sahili hatırlarım, şimdi denizin olduğu yer o geceden önce arkadaşlarımla oturup muhabbet ettiğim yerlerdi. O arkadaşlarım hala yaşıyor olsaydılar yine muhabbet edecek bir yer bulabilirdik ama o yerlerle birlikte yok olmaları tahayyül edilemez bir acı.

Hatırladığım kadarıyla o dönemin ilginç söylentileri de vardı. Şöyle ki; Bursa’da evliyaların mezarlarından kalktıkları, buna bekçinin şahit olduğu, bir çocuğun bu depremi ailesine tarihi ile söylediği ama ailesinin ona inanmadıkları, depremin aslında yapılan bir deney sonucu olduğunu ve bir sürü akıl almaz hikâye. Böylesi felaketler sanıyorum insanların inançlarını farklı yollara saptırıyor, herkes kendince bir sebep bulup kalbini sakinleştirme peşine düşüyor ve söylenen her şeye biraz daha inanmaya yakın duruyor.


İlerleyen günlerden birinde arkadaşlarımla birlikte mezar kazmak için kasabanın mezarlığına gittik, daha bir mezarı bitirememiştik ki ardı ardına gelen cenazeler yüzünden moralimizin bozulup oradan ayrıldığımızı hatırlıyorum. Gençtik hatta çocuktuk daha çok, değil böylesi bir felaketi yaşamayı çoğumuzun yakını bile ölmemişti. 90’larda çocuktuk ve artık son yılında ise hayata, ölüme kafa yormaya çalışan ama anlayamayan çocuklar.



O tarihin iki önemli unutulmazı var benim için, biri bana  ‘’neredeyiz’’ sorusunu sorduran yıkılmış mahalleler, diğeri ise hala arada burnuma gelen o koku. Böyle anlarda zaman normal akışında değil de daha ağırdan işliyor gibi, hele ki artçı depremlerin olduğu anlarda ve sanıyorum ki birçok kötü anlarda zamanın ağır bir dalga gibi içinizden geçtiğini hissediyorsunuz. İşte 90’lar bizim için içimizden ağır ağır geçerek bitti.


Nisan 2011 

*


*Bu şarkı, o gece 7 arkadaşımın depremden saniyeler önce sahilde birlikte söyledikleri şarkı. Arkadaşlarımdan beşi o gece denizde hayatlarını kaybetti. Bu yazı onlara ve o gece hayatlarını kaybedenlere.

5 Ağustos 2011 Cuma

Hangimiz karşı tarafta?

Hangimiz terk etti hangimizi ?

Kanayan duvarlar mıydı? 

Kendime açılan ellerim miydi yoksa?

Var edip unutmanın tanrısal büyüsü bu olsa gerek, çok istemenin sarhoşluğu, kabul etmenin hazımsızlığı.

Sen ne dersen de,  bu her kapısı pişmanlığa çıkan sonrasında pişmanlıktan arınıp eşekliğe varan bi kural,  bi oyun,  bi gaflet.

Elini kolunu kancalara takıp kocaman bi tablonun önüne asmak kendini, kanadıkça resmin  yüzünü boyayan, kanadıkça uzaklaşan bir suret,  kanadıkça acı çekmenin zevkle karıştığı insanlık suçu bu
Her aşkın içinde bir tanrı birde şeytan yok mudur? yoksa insan neden terk eder birini?

Kendi yarattığına kendi isyan etmezse kim kimden ayrılırdı ki ?

Önce güzelin  yüzü görünür sonra resim kaydıkça arkasındaki çöp dağı belirir. Buralara gelene kadar daha en başından  ne olduğunu anlamadan biraz daha sorularla uğraşmak isterken her şeyin cevabını bir tek cümle verebilir mi?

Sen ne dersen  de bu açlığın ‘ne olursa olsunu’ kadar zayıf ve bu zayıflıktan doymak bilmeyen bir pişmanlıkla, adım bile atamayan bir çaresizliğin doğumuna, gelişmesine ve sana tokadını indirmesine imkan verirken ve yine bunu ‘seviyorum yapacak bir şey yok’ diyerek kat kat toprağa gömerken ve en kötüsü her şeyi bile isteye yaşarken artık,  birilerine ‘yardım edin’ demek gibi zengin işi bir lükse sahip olmadığının farkına varmaktır bu.

Kendim ettim kendim buldum. Bulurken tökezledim,  yüzüm yırtıldı, ruhum sıkıştı söyledim duymadılar, duyanlar inanmadılar, inananlar takmadılar. Ben buna aşk dedim, bunu yedim bunu içtim gerisini bilemem. 

kocaeli, 17.01.2006